Sorularla Mehdi

Mevlana Halid ve Bediüzzaman’ın müceddidlikleri

Mevlana Halid ve Bediüzzaman’ın müceddidlikleri

Tecdit, yenileme, ıslahât anlamına gelir.

Tecdid, İslâm’ı, cahiliyenin bütün unsurlarından temizleyerek katıksız ve saf bir şekilde ruh-u aslisine irca etmektir. Müceddid ise, verâset-i nübüvvet sırrını taşıyan din âlimidir. Peygamberler vahye mazhardırlar. Müceddidler ise, vahyi anlayıp anlatmada ilhâma mazhar olan kimselerdir. Müceddidler “Peygamber varisi” olan âlimlerdir. Peygamber Efendimiz (asm) “Ümmetimin âlimleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.”1,”Ümmetimin içinde muhaddesûn vardır.”2

Yani “Kendilerine ilhâm olunan kimseler.” vardır sırrınca, bazı ehl-i keşif ve ehl-i velâyet olan muhaddisîn-i muhaddesînin ilhâma mazhar olduklarını beyan eder. Böylece peygamber varisi olan âlimlere de işaret edilmiştir. Peygamber varisi olmak demek, peygamber gibi vahye mazhar olmak demek değildir. Bir nevi vahyin gölgesi olan ilhâma mazhar olan, ilmi ile âmil, kalbi ile ilhâm-ı İlâhiye mazhar olabilecek safiyete malik olmaktır.

Müceddidler dini tecdîd ederler. Ancak yeni hüküm getirmezler ve dinin rûh-u aslîsine zarar vermeden vazîfelerini ifa ederler. Sadece asırlarına uygun yeni îzâh tarzları ile dinin hakîkatlerini izhâr ederler. Dine karıştırılmak istenilen ebatılı ref’ ve iptal ve dine vaki tecavüzleri red ve imha ve evamir-i rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerafet ve ulviyetini izhâr ve ilân ederler.3

Bediüzzaman Hazretleri herbir fesâd-ı ümmet zamanında gönderilen vazîfeli şahıslar için şu mühim açıklamayı yapar: “Cenâb-ı Hak, kemâl-i rahmetinden, şerîat-ı İslâmiyenin ebediyetine bir eser-i himâyet olarak, herbir fesâd-ı ümmet zamanında bir muslîh veya bir müceddid veya bir halîfe-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nev’î mehdî hükmünde mübârek zatları göndermiş, fesâdı izâle edip milleti ıslâh etmiş, din-i Ahmedîyi (asm) muhâfaza etmiş. Mâdem âdeti öyle cereyan ediyor. Âhirzamânın en büyük fesâdı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nûrânîyi gönderecek ve o zât da ehl-i beyt-i Nebevîden olacaktır.”4

Mevlânâ Hâlid ve Bediüzzaman Hazretleri de çok delillerle yaşadıkları asırlarının müceddidleridir.

Bediüzzaman ve Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin Tarihçe-i Hayat’ları incelendiğinde, karşımıza dikkat çekici benzerlikler ve tevafuklar çıkar. Hazret-i Mevlânâ 1193’te dünyaya gelmiş; Üstâd Bedîüzzamân Hazretleri ise, 1293’te dünyaya gelmiştir. Tam Mevlânâ Hâlid’in yüz senesi hitam bulduktan sonra dünyaya gelmiş. Bu tevafuk Bedîüzzaman ve Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin “Her yüz senede Cenâb-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.”5 hadîs-i şeriflerine mazhar ve mâsadak olduklarını gösteriyor. Hem bu hadîs-i şerife mazhar ve mâsadak ve müzhir-i tâm6 olan Mevlânâ eş-şehîr, kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmilü’t-tarikati’l-âliyye ve’l-müceddidiyye Hâlid-i Zülcenâheyn Kuddise sirruhudur. Madem Mevlânâ Hâlid’den tam yüz sene sonra Bediüzzaman Hazretleri dünyaya gelmiş ise, O da son ahirzaman asrının müceddididir. “Madem Hazret-i Mevlânâ Hâlid, milyonlar etbalarının ittifaklarıyla müceddidtir ve baştaki hadîs-i şerifin bir mâsadakıdır. Ve madem tam yüz sene sonra, dört mühim cihet-i tevafukla beraber Risâle-i Nur aynı vazîfeyi görüyor. Demek nass-ı hadîs ile, Risâle-i Nur eczaları tecdid ve takviye-i din vazifesini görüyorlar.”7

Tarihçe-i Hayat’taki şu gelen ifadeler de Bediüzzaman’ın müceddidliğini ifade ediyor: “Bediüzzaman Saîd Nursî, on dördüncü 8 asr-ı Muhammedînin ve yirminci asr-ı Milâdînin minâresinin tepesinde durup, muasırları olan ehl-i İslâm ve insaniyete bağırıyor ve bu asrın arkasında dizilmiş ve müstakbel sıralarında saf tutmuş olan nesl-i âtî ile bir mürşid-i âzam, bir müceddid-i ekber olarak konuşuyor.”9

Ancak Bediüzzaman Hazretleri’nin asrının farklı özellikleri vardır. Bu noktaya Bediüzzaman Hazretleri kendi ifadeleri ile şöyle temas eder: “Ve her asırda dine ve îmâna tam hizmet eden müceddidler geldikleri gibi, bu acib ve komitecilik ve şahs-ı mânevî-i dalâletin tecâvüzü zamanında bir şahs-ı mânevî müceddid olmak lâzım gelir. Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da harîka olsa, şahs-ı mânevîye karşı mağlûp olmak kabîldir. Risâle-i Nur’un o cihette bir nev’î müceddid olması kaviyyen muhtemel olduğundan, o sıfatlar—hâşâ—benim haddim değil; belki mükerrer yazdığım gibi, benim hayatım Risâle-i Nur’a bir nev’î çekirdek olabilir. Kur’ân’ın feyziyle, Cenâb-ı Hakk’ın ihsânıyla o çekirdekten Risâle-i Nur’un meyvedâr, kıymettâr bir ağaç hükmüne icâd-ı İlâhî ile geçmesidir. Ben bir çekirdektim, çürüdüm, gittim. Bütün kıymet Kur’ân-ı Hakîmin mânâsı ve hakîkatli tefsîri olan Risâle-i Nur’a aittir.”10

Bediüzzaman Hazretleri sırr-ı ihlâs hakikati cihetiyle maddî ve mânevî makamları asla kabul etmemiş ve müceddidlik makamını ve vazîfesini de Risâle-i Nur’a vermiştir. Buna şöyle işaret eder: “Belki, Risâle-i Nur’da ispat edilmiş ki: Bu zaman cemâat zamanıdır. Şahs-ı mânevî hükmeder. Eski zamanda dalâlet bir şahıstan geldiği cihetle, karşısına bir dâhi-i hidâyet çıkardı. Şimdi ise cemâat şeklinde bir şahs-ı mânevî olmasından, onun karşısında ancak bir şahs-ı mânevî mukabele edebilir. Yalnız eskiden beri ehl-i hakîkat mabeyninde câri ve üstâdına karşı fart-ı muhabbetten gelen fevka’lhadd hüsn-ü zanları ta’dîl etmek ve nimet-i İlâhiyeye karşı küfrân ve inkâr etmemek niyetiyle, ‘müceddidlik’ vazîfesi olabilir. Fakat benim değil, Risâle-i Nûr’undur. Belki, bu zamana bakan Kur’ân’ın bir cilve-i hakîkatıdır. Risâle-i Nur onu temsîl eder. Ben neci oluyorum ki, kendime dâvâ edeyim.”11

Dipnotlar:

1- el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ: 2:64; Tecrid-i Sarih Tercümesi: 1:107.
2- Buhari, Fadâilü’s-Sahâbe: 6, Enbiyâ: 54; Müslim, Fadâilü’s-Sahâbe: 23; Tirmizi, Menâkıb: 17; Müsned, 6:55.
3- Şuâlar, 2013, s. 1043.
4- Mektubat, 2013, s. 745.
5- el-Hakim, el-Müstedrek, 4:522; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 2:281, hadis no: 1845
6- Tam açıklayan, gösteren izah eden.
7- Barla Lâhikası, 2013, s. 270.
8- Bu on dördüncü asırda Kur’ân’ın i’caz-ı mânevîsinden neş’et eden bir urvetü’l vüska ve zulümattan nura çıkaracak bir vesile-i nuraniye Risale-i Nur olduğunu remzen bildirir. (Şuâlar, 2013, s. 1086) Ayrıca “Rablerinin izniyle, insanları iman nuruna çıkaran” (İbrahim Sûresi: 1.) cümlesi ifade eder ki: “Kitab-ı Mübin vasıtasıyla, on dördüncü asırdaki zulümattan, insanlar biiznillâh Kur’ân’dan gelen bir nura çıkarlar.” Bu meal ve hususan nur lâfzı, Resaili’n-Nur’a mutabık olduğu gibi…” (Şuâlar, 2013, s. 1114)
9- Tarihçe-i Hayat, 2013, s. 251.
10- Emirdağ Lâhikası-II, 2013, s. 730.
11- Sirâcü’n-Nûr, s. 2302.

İlgili yazılar:

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*